49+1

Amacım yeni bir “50 yaş manifestosu” falan yazmak değil. Üstelik daha 1 yıl var. Bu arada düşünürüz, gerekirse uygun bir şey yazarız o arada ama bu o değil. Bu bir hesaplaşma da değil, geçmiş üzerinde düşünme, tahlil yapma falan hiç değil. Bu sadece sabah uyandığımda aklıma gelen “ne oluyor da oluyor yaşlanıyoruz?” sorusuna cevap bulma çalışması

Galiba önce sevdiklerimizi kaybetmekle başlıyoruz. Belki bazılarımız daha erken ama önünde sonunda (lütfen burada “eninde sonunda” kavgası yapmayalım) kayıplar yaşıyoruz. Bu kayıplar sadece insanlar değil, ilişkiler, sevdiğimiz müzikler, tatlar, mekânlar, alışkanlıklar…

Kaybettiğim insanlar benim için hep o zaman yapamadıklarım, söyleyemediklerim, tamamlayamadıklarım olarak kalıyor. Ne kötü değil mi? Oysa ne çok istiyorum keşke demeden hatırlayabilmeyi, demek ki neymiş ertelenmeyecekmiş. Buyurun yazmayacağım dediğim manifestonun ilk maddesi! Bunlar biriktikçe ağır mı geliyor sırtımıza ne; daha bir kambur durmaya başlıyoruz. Amaaan silkinin yahu, kimse size caddede yürüyen ergen muamelesi yapmaz, dik durun şöyle. Taşımayın kimseden kalan “keşke”leri sırtınızda.

Daha az düş görüyoruz, daha az düşlüyoruz belki de. Ha bire geçmişi düşünmekten düş görmeye zaman kalmıyor tabi. Oysa düşlemek gelecek için bir eylem, yaşlandıkça daha mı az gelecek düşünüyor, geçmişe daha mı çok gömülüyoruz acaba? Oysa ben çocukluğumda düş kurmadan bir gece bile uykuya daldığımı hatırlamam. Duvardaki “kaleterasit” çizgileri bile benim bir şeyler düşlemem için yeterliydi. O çizgilerden ne dünyalar çıkartırdı zihnim. O dünyaları kendi dünyama bağlar, kendimi de o dünyada bir yerlere koyar, mevcut hayatımda başka hayatlar yaşardım. Olsun, o 10-15 dakikalık düşler bile beni rahatlatır, uykuya dalıverirdim. Geçmişi geçmişle bırakıp gelecek için düş kurmalıyız, anladık anı yaşayacağız tamam ama ben yarın için düş kurmazsam, beni heyecanlandıracak planlar yapmazsam mutlu olamam ki. Neymiş? Yarına plan yapacakmışız, mümkünse bizi mutlu edecek planlar.

Eşya da bizi yaşlandırıyor. Hepsinin üzerimizde bir ağırlığı var bence. Hatırlayın genç kızken, genç delikanlıyken ne kadar kolaydı bir yerlere gitmek için valiz hazırlamak. Ne kadardı ki eşya? Nasıl hafif hissederdiniz, en azından ben öyle hissederdim. O koca evde siz sadece tek bir odayı kaplıyordunuz, hatta belki de odayı kardeşiniz ya da ağabey, ablanızla paylaşıyordunuz. O kadar. Kendi evine sahip olmakla başlıyor eşya yığmak. Şimdi o evin tek odası hariç, ki o da çocuğunuzunki, her şey sizin; o eşya sizin. Ağırlığı düşünsenize. Bir türlü yapınamamanız, o valizin iki günde anca hazırlanması bu yüzden. Her eşya “beni de al” diye bağırıyor. Onu koyup öbürünü çıkartıyorsunuz, yok olmadı diğerini koyuyorsunuz, sonunda ikisini birden alıyorsunuz. Ben bunu öyle çok yaşadım ki, mesleğim gereği çok sık seyahat etmek bile bana az eşya ile yetinmeyi öğretemedi. Ta ki birden bire bunun ağırlığının farkına varana kadar. Bilmiyorum neydi sebep ama oldu işte. Tavsiye üç, azalın, azaltın, hafifleyin, gençleşin

Eeee daha ne yazmamı bekliyorsunuz? E vitamini alın, spor yapın, genç sevgili yapın, yapın bir şey ama yeter ki ne bu dünyadan, ne insanlardan, ne gelecekten ümidinizi kaybetmeyin. Ümit edin, olmasa da ümit edin…

07 Temmuz 2017

Bir cevap yazın