Bir anne çocuğunu büyütürken geleceği için hangi hayalleri kurar? Mutlu olmasını mı ister? İyi bir işi olsun, evlensin, iyi bir kocası olsun, çocukları olsun ve sonsuza dek mutlu yaşasınlar… Bir anne bunları düşünürken hayat bize neler hazırlıyor kim bilir?
İşte bana hazırladığı senaryonun bir döneminde annemi mutlu olduğuma ikna etmem gerekiyordu. Hem de çok zor bir yerde. Bir tepenin üzerindeki küçük köy evimde, 5 yaşındaki kızımla mutlu olduğumu kanıtlamam gerekiyordu. Kolay zannediyorsunuz değil mi, ııhh annemi tanısanız bunun gerçekten zor bir sınav olduğunu bilirdiniz.
Yaklaşık 3 aydır köydeydik. Uyum göstermem gerektiğini, yoksa orada yaşamanın benim için çok zor olacağını anlamıştım. Gönlümden neler geçiyordu o zamanlar şimdi tekrar düşündüğümde çok da hatırlayamıyorum ama kendimi mutlu olamam gerektiğine ikna etmeye çalıştığıma eminim. Günlük rutin kolaydı. Sabah 5 de kalk, eşine kahvaltı hazırla, 6 da onu işe yolcu et, kızın uyurken ahıra git inek sağ, sütü getir kaynamaya koy ve bir sigara yak. Öğlene kadar yoğurt mayala, bahçeye in, sebze topla, bir gün önce kaldığın yerden otları temizlemeye devam et, of yazarken yoruldum. Kızım bu arada ne mi yapıyor, bilmiyorum, bazen evde oyuncakları ile, bazen bahçede benimle beraber toprakla, bazen de ahıra gidip evimizi yapan ustanın 4 kızdan sonra doğmuş, el üstünde tutulan oğluyla oynuyor. Benim yapmam gereken o kadar çok işim var ki umurumda bile değil ne yaptığı, yeter ki oyalansın.
Tüm bunların üzerine bir de annem ve babam yazlık dönüşü size uğrayacağız dediler. Bakmayın köyde yaşıyorum dediğime aslında 5 kilometrelik dağ yolundan aşağı indiğinizde Ege’nin bütün yaz hıncahınç dolu olan sahil şeridine ulaşıyorsunuz ama biz ancak tepeden bakıyoruz oralara.
Bir akşamüstü geldiler köye. Arabadan inerken annemin yüzünün allak bullak olduğunu, birazdan “mış” gibi yapmaya başlayacağını anladım. Oysa ben altımda şalvarım, başımda yemenimle her ikisinin de etrafında şapşal kelebekler gibi dönüp duruyor, ilk andan itibaren mutlu olduğumu hissetsinler diye uğraşıyordum.
“A bahçe de büyükmüş, ev de ne kadar kullanışlı ve derli toplu, manzaranız da çok güzel” tercümesi; “Kızım bütün gün bu bahçede canın çıkacak, ev kutu kadar için daralacak, Allah’ın dağında ne işiniz var?”. Tabi benim kulaklarım sadece söylenenleri duyuyordu, kendimi bir kez mutluluk oyununa kaptırmıştım. “Anne bak bahçeye her şeyi ektik, kızım bütün sebzeleri öğreniyor hepsini dalından koparıyor, benimle bahçede çalışıyor.” Oysa “Anne imdat, burada boğuluyorum, kızımla hiç iletişimim kalmadı, yorgunluktan öldüm…” diye sessizce bağırıyordum.
Sıra onlara ahırı ve hayvanları göstermeye gelmişti. Kızım benden hevesli. Anneannesinin kolundan çekiştiriyor, “hadi anane gel sana ineği göstereceğim, bir de bebeği var, koyunlarımız da var”. Annem kızımın peşinde yerdeki kalıp kalıp inek dışkılarının üzerlerinde atlaya zıplaya ufak bir tepenin arkasındaki ahıra doğru yürüyor. Babam, geldiğinden beri sessiz, arada espriler yapıp ortamı yumuşatmaya çalışıyor ama onun da içinde fırtınalar kopuyor eminim. Ne kadar olumlu, anlayışlı, açık fikirli falan olursanız olun, bunca emekle yetiştirdiğiniz kızınızın her şeyi bırakıp bir dağ köyünde yaşamaya çalışmasını kabul etmek herhalde zordur.
Ahıra vardık, kızım koşturup duruyor, her şeyi gösterecek. “Anane bak bu bizim ineğimiz, biraz önce geldi otlamaktan, annem her gün 2 kere sağıyor, değil mi anne?” Annem soran gözlerle bana dönüyor. “Hı evet sağıyorum, tabi taze süt, evde yapılan yoğurt çok sağlıklı”. “Bak anne kızım da burada oyun oynuyor”. “Evet anane bak bu da arkadaşım” Ahırın dibinde koyunların tutulduğu bölmeye yakın bir yerde bir oğlan çocuğu kocaman bir inek dışkısı üzerine eğilmiş bir şeyler yapıyor. Başını kaldırdığında topladığı çubukları pastaya dikilen mumlar gibi dışkıya yerleştirdiğini görüyorum. Kızım ellerini çırparak oraya koşuyor. “doğum günü pastası yapmışsın harika hadi üfleyelim” diyor ve her ikisi de eğilip inek dışkısından pastanın mumlarını üflüyorlar. Dönüp annemle babama bakamıyorum. Aslında şimdi düşününce o kadar da korkunç bir durum değil, yani ne var bunda bütün köy çocukları böyle oynuyor. Unutmayın ki o yaşa kadar şehirde Barbielerle ve Legolarla büyüyen bir çocuktan bahsediyoruz. Daha doğrusu bu şekilde büyümesi beklenen bir çocuktan…
Bana gelince bir an önce ahırdan çıkıp gitmek istiyorum ama kızım ısrarla inek sağmayı göstermemi istiyor. Çekiyorum plastik tabureyi ineğin altına, kova bacalarımın arasında, başlıyorum sağmaya. Ha muayenehane açmışım, annemle babama gezdiriyorum ha ahırda inek sağmayı gösteriyorum. O anki heyecanımın hiç farkı yok. Yine onların takdir edeceği bir şey yapıyorum. Yapıyor muyum? Bilmiyorum o an öyle gibi gelmişti, belki başka bir zamanda, başka bir yerde onlara da çok farklı görünebilirdi ama işte o an ikisinin bir an önce gitmek istediğini, giderken beni de yüreklerinin içine sokup götürmek istediklerini yıllar sonra anlıyorum.
Güneşi batırdığımızda, arabaya binerken, bakışlarında beni orada yalnız başına bırakmanın çaresizliği varmış ben o zaman göremedim. Onlara köyde çok mutlu olduğumu hissettirdiğimi zannediyordum. Oysa onlar benim çığlıklarımı duyuyor, bir şey yapamıyorlarmış.
Köy yolunda aşağıya indiler, ben de arkamı dönüp üç aydır bir kez olsun bakmadığım güneşin batışına dalıp, “ben burada ne yapıyorum? “dedim kendi kendime. İç sesimi köyden yükselen inek çanlarının sesi bastırdı, gitti.
29 Nisan 2017