Onlar Dönerken Biz Daha Gidemiyorduk

Her şey güneş ile Nil arasında, her şey güneşle ve Nil ile ilgili; doğum, hayat, ölüm, ibadet, yakarış, ağlayış. Bir medeniyet hayal edin ki dünya halen tarih öncesi çağları yaşarken M.Ö 3100 ile başlayan Erken Sülaleler Dönemi bölgesel kültür yapılanmasının ilk taşlarını yerleştirmiş olsun. Unutmayın ki antik Roma’nın kuruluşu M.Ö 9. yy civarı yani arada kabaca 2000 yıl var. Bu özellikleri ile her gezginin hayalini süsleyen bir medeniyet Mısır medeniyeti. Öylesine kapalı, öylesine kendi içinde gelişen…

Bu hayal edilesi ülkeye bir yolculuk yaptım. Hem de bu yolculuğu yapabileceğim en karışık ama bir o kadar da uyumlu grupla. Gezgin Tayfa ve beraberindeki 22 kişi Mısır seferine çıktık Ocak ayı sonunda. Dile kolay 10 gün boyunca, bir araya gelmiş bu birbirini az ya da hiç tanımayan insanlar beraber yiyecek, içecek, yürüyecek, tırmanacak, öğrenecek ama en önemlisi eğleneceklerdi. Tam da öyle oldu. Havalimanında Mısır’a giderken check-in sırasında çekingen bakışan grup üyeleri, dönüşte gümrük alanında birbirini kucaklayan bir aileye dönüştü.

Gezimiz Kahire’den başladı. Bizi havalimanından otele transfer eden otobüsün penceresinden heyecanla etrafa bakıp, her noktayı ezberlemeye çalışıyorduk. O bölgede daha Nil’i göremediğimiz için bizi kum, toz ve sis arasında sarı, kahverengi bir şehir karşıladı ama asla gri değil. Tüm o tozun içinde inşaatlara asılmış olan renkli örtüler, balkonların iç kısımlarını boyadıkları o canlı renkler size derinlerde bir coşkunun, hayat sevincinin olduğunu hissettiriyordu. Bir de trafik; şehrin yaşadığının en büyük kanıtı. Tüm seyahat boyunca sadece 3 ya da 4 trafik ışığı gördüm dersem anlayacaksınız keşmekeşi. Yine de içinde bir düzen barındıran bir keşmekeş. Seyahatin ilerleyen günlerinde olmayan kurallardan bile kendilerince düzen ürettiklerini görüp şaşırdık.

Otel odamızın penceresinden Giza Piramitlerinin en büyüğü Kefren görünüyor. Hayal edin sabah pencereyi açıp sisler içinde dev bir piramide bakıyorsunuz. Bu görüntü bile sizi gerçeklikten uzaklaştırabilir. İlk gün programımız Giza Bölgesi ve Piramitleri gezmek. Şen şakrak ilk rehberimizle tanışıyoruz ve grup ismimizi alıyoruz. Habibi: sevgili / arkadaş. Artık ondan sonra gel habibi, git habibi. Herkes piramide girmeyi bekliyor ama daha içine girmeden bölgeye yaklaştıkça o kütle, heybet insanı hayrete düşürüyor. Ağzınız bir karış açık tepesine doğru bakıp duruyorsunuz. Kafamda deli sorular. Bunu insanoğlu mu yaptı? İnsanı bunu yapmaya itecek güç ne olabilir? 4000 yıl önce bunları yapabilecek yetenekteki insanlar neden şimdi TOKİ yapıyorlar? Kah emekleyerek, kah çömelerek tırmandığımız bir 15 dakika sonunda mezar odasına vardık. Yolda akan terlerden midir bilmem ama odaya varınca rahatlamış hissediyorsunuz. Belki de vardır ruhani bir alan, sizi rahatlatan odur. Dönüş daha da zor ama anlatmayacağım, gidip görün yaşayın, görün ki ben piramide girdim mezar odasına çıktım dediğinizde daha önce gitmiş olanlar sizi anlasın, hayranlıkları artsın.

Sonrası eğlence… Develerin sırtında piramidlerin arkasındaki çöle doğru bir yarım saat kadar dolaşıp geldik. Hepimizin kocaman sırıtışlarla çekilmiş fotoğraflarımız var ama sanmayın o kadar kolay. Bir kere apartman gibi bir hayvanın sırtındaki eğere oturuyorsunuz. O sağa sola yalpa yaparak yürüyor hadi ortala bakalım mabadığın becerirsen. İlk uyarı geliyor rehberlerimizden. “Bahşiş vermeyin” Bu bahşiş konusu tam bir delilik halinde Mısır’da. Neredeyse sizi yolda çevirip parmağıyla piramidi gösterip, “işte piramit” dedikten sonra bahşiş isteyecekler. Vermedik tabi ama kurtulmak kolay da değil. Her seferinde içimizden yüreği eriyenler çıktı.

Sfenks ile çekilebilecek her pozda fotoğraf da çekildikten sonra öğle yemeğini şehirde bir restoranda yedik. Ardından Kahire Müzesi. Anlatılması mümkün olmayan bir müze. Evet pek çok eser Avrupa ülkelerine götürülmüş, büyük bölümü Louvre ya da British Museum’ da sergileniyor olabilir ama kalanların bile sizi hayranlığa, şaşkınlığa sürüklediği, ihtişamın, büyüklüğün yanında zerafetin, zevkin, ince işçiliğin doruklarında eserlere hayran dolaşıyorsunuz. Sevgili Mısır’lı rehberimizin tatlı anlatımı anlamamızı, bu kültürün içine girmeye başlamamızı kolaylaştırıyor.

Kıptilerin bölgesini görmeye gidiyoruz ertesi gün. Kahire içinde Kahire. Başka bir hayat, dünya. O bahşiş isteyenler, satış yapmak için yola atlayanlar yok oldu bir anda. Asma Kilisenin güzelliği, kilise içinde ud çalan herkesin Türk sandığı ama bal gibi Mısırlı adam. O yumuşacık sesin tınıları ile kiliseyi gezmek, sıralarında oturmak… ilginçtir, Avrupa’da onca kilise gördükten sonra beni çekebilecek yeni bir şey yok zannediyordum, meğer varmış. O ses bıraksalar saatlerle kilise banklarında oturmamı sağlayabilirdi. Aynı hisleri El Ezher Cami’ini gezerken de yaşamayı isterdim, olmadı oysa Mardin’de her camide kendimi yeni bir dünyada bulmuştum. Neyse bu da nazarı olsun.

Çocukluğunu ailesi ile Ankara İzmir arasını yataklı trende yolculuk yaparak geçirmiş biri olarak Kahire Luksor arasını yataklı trenle gitmek benim için eğlenceli olacaktı. Hem de ne eğlence. Portakallarla tren koridorlarında şişeleri devirerek bowling oynayan, içkisiz kalan Amerikalı turistlere kendi biralarını veren Gezgin Tayfalar. Hele sabah Nil kıyısından güneşin doğuşunu seyretmek, işte o an anladım bu ülkede neden Güneş Tanrı olduğunu.

Tüm Mısır gezisi boyunca aklımdan çıkmayacak, etkisinden kurtulamayacağım Dendera Tapınağına giderken böyle hissedeceğimi tabi bilmiyordum. Aslında tapınağın dışından da böyle bir güzellikle ve ihtişamla karşılaşacağımı hissetmemiştim. Oysa tapınağın giriş holündeki sütunların yüksekliği, tavan süslemelerinin zenginliği, renkleri, zodiak rölyefi, Dendera ışığı çizimi hiçbiri ne fotoğraflara sığabilir ne de anlatılabilir. Tapınağın iç bölümüne girdikçe artan inisiasyon odalarının sayısı, süslemeleri insanı böyle güzellikleri hangi itici güçle yaptıklarını düşünmeye sevkediyor. Sonunda kendimi odalardan birinde resimlere bakarak ağlarken buldum, yüreğim böylesine bir güzelliği kaldırmıyordu. Ne resmettikleri tanrılar, şekiller ya da resim kadar güzel yazıları değildi beni etkileyen. Bunları üretmek için hissettikleri istek, şevk, kimse beni bunları kölelere sırtlarında kırbaç şaklatarak yaptırdıklarına inandıramaz. Her bir duvar , tavan ayrı bir sanat eseri, yapabilmek aşk ister.  Gezi boyunca aynı duyguları Karnak, Edfu, Krallar Vadisi, Kom Ombo ve Ebu Simbel ‘de de hissettim. Mısır hakkında ne kadar okursanız okuyun, video, belgesel, film ne seyrederseniz seyredin ancak içine girdiğinizde, havaya dahil olduğunuzda, o ihtişam içinizi delip geçtiğinde farkına varıyorsunuz. Hele biraz da Eski Mısır tarihi hakkında okumuşsanız, gezerken tüm sahneler önünüzde canlanıyor. Hiçbir tapınak daha önce gördüğünüz Yunan, Roma dönemi restorasyonlarına benzemiyor. Sanki hepsi hala yaşıyor. Bu da duvarlara yapılan resimlerden ve hiyerogliflerden kaynaklanıyor. Tüm hikayeyi bir duvar boyunca görebiliyor, duygularını hissedebiliyorsunuz. Hator’un bir tapınakta doğum odası bölümünün girişinde sütunlara nakşedilmiş yüzünden bir kadının doğum boyunca çektiği acıyı ve sonunda kavuştuğu rahatlama ve mutluluğu adım adım takip edebiliyorsunuz. Bundan daha büyük bir yetenek olabilir mi? Bir taş size bunları hissettirebilecek kadar iyi işlenmişse bu inanılmaz bir kültürün göstergesi değil midir? Üstelik bunların hepsini 3000-4000 yıl önce yapmışlarsa…

Gezimizin devamında harika bir eşek seyahati, fellukalarla Nil Nehri üzerinde gezinti, bir Nubya köyünde akşam yemeği için ağırlanma yani bir Mısır’lı nasıl yaşıyorsa tümünü deneyimleme fırsatım oldu. Böylece kendimi turist gibi değil, geldiğim ülkenin içinde kaynaşmış bir gezgin gibi hissettim. Tabi bunda bu geziyi düzenlerken tüm bunların planlamasını mükemmel bir şekilde yapan Gezgin Tayfa’nın katkısı yadsınamazdı. Gezinin diğer yarısında yaşananlar mı? belki yeni bir yazı konusu olur…

20 Şubat 2018

1 Yorum

  • Abdulkadir Eroğlu

    evet teşekkür ederim çok güzel anlatmışsın. tekrar gitmiş gibi oldum. o gezide edindiğimi z dostları da hatırladım bu vesile ile

Bir cevap yazın