Bir önceki yazımın başlığı “hoşgörü, sevgi ve diğerleri” idi. Olabildiğince hoşgörü ve sevgiden bahsettim o yazıda. Şimdi sıra diğerlerinde. Bu öyle bir “diğerleri” ki benim kısıtlı tarih bilgim, anlamadığım siyaset, bunca zamandır burnumda tüten İsrail vatandaşı arkadaşıma duyduğum sevgi doğru ve tarafsız anlatmama engel olabilir. Yine de anlatacağım, doğru yanlış yorum sizlerin.
Kudüsü geride bıraktık ve Beytüllahim’e doğru gidiyoruz. Annemin ben İsrail’e gidiyorum dediğim zaman yüzündeki endişeli bakışı hatırlıyorum otobüste giderken. Sadece İsrail’de kalacağımı düşünüyordu üstelik o bakış yüzüne yerleştiğinde, oysa ben o otobüsle Filistin’in kontrolünde olan Batı Şeria’ya geçeceğim. Batı Şeria aslında Seria ya da Saria denen Ürdün Nehri’nin batı bölümünü belirtiyor. Hep haber bültenlerinde duyduğumuz bu isimler şimdi önümde yön tabelası üzerinde yazıyor. Kısaca anlatmak gerekirse 1948 Mayıs ayında İsrail Devleti kuruluşunu ilan edince çıkan Arap-İsrail Savaşı’nın ardından Batı Şeria Ürdün tarafından ilhak edilmiş. 1949 yılında ise Birleşmiş Milletler nezdinde İsrail ile onunla savaşan Arap ülkelerinin her biri arasında doğrudan müzakereler düzenlenmiş ve imzalanan ateşkes ile bu bölgenin kontrolü Ürdün’e verilmiş.1967 yılında gerçekleşen, Altı Gün Savaşı’nda bölgeyi İsrail işgal etmiş. Üstelik bölgenin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Uluslararası Adalet Divanı tarafından İsrail işgali altında olduğu kabul edilmekte. Batı Şeria, şu an ise Filistin Devleti kontrolünde ancak Filistin Devleti çok az devlet tarafından tanındığı için Batı Şeria yönetimi, meşru olarak hiçbir devlete ait değilmiş gibi gösterilmekte.
Yolda giderken bunları okuyordum, içimden de eh canım aslında İsrail işgali altında ne kadar farklı olabilir diye geçiriyordum ki o muazzam duvarla karşılaşıyorum. Yolun devamı boyunca 8 metre yüksekliğinde üzeri telle kaplı bir duvar düşünün. Bir duvar ki dümdüz göğe doğru da yükselmiyor, bazı yerlerinde belli bir açı ile yola doğru eğimli yükseliyor. Bu da hem çirkinliği hem de azameti arttırıyor. Batı Şeria bölgesinden İsrail tarafına düzenlenen saldırıları engellemek amacıyla yapılan duvarın bazıları için de anlamı İsrail’in Filistinlilerin Mescidi Aksa’ya girmesini engellemesi. Tek işlevinin güvenlik olduğu öne sürülen duvar öylesine çirkin ve korkutucu ki Filistin tarafına yapılmış graffitiler bile bu çirkinliği engelleyemiyor. Duvara bakarken “korku dağları bekler” diye geçiriyorum içimden.
Otobüsümüzde bizimle o saate kadar her tarafı gezmiş olan rehberimiz bir sınır bölgesinden geçeceğimizi ve orayı geçtikten sonra ne bu otobüsün ne de kendisinin hizmet veremeyeceğini, Filistinlilerin vereceği hizmet ile Milad Kilisesi’ni (Church of the Nativity) gezebileceğimizi belirtti. Bize “şimdi herşey değişecek” dedi. Önce anlamadığım bu cümlenin bölgeyi gördükten sonra Avrupa’dan Orta Doğu’ya geçiş olduğunu anladım. Tüm o düzen, kural, temizlik, nezaket yerini üst üste yığılmış derme çatma evler, daracık düzensiz sokaklar, her taraftan sarkan borular, teller; sokaklardan akan sular ve her yönden üzerinize üzerinize gelen insan kalabalığına bıraktı. Sanki sıcak burada daha da sıcak, güneş daha da kavurucu ve şehir daha da eski. Oysa eminim böyle değil, Kudüsü düşünürseniz 2000 yılından daha eski bir şehir ama bunların hiçbirini hissetirmiyor. Burada amacım İsrail tarafını göklere çıkartırken, Filistin tarafını yerin dibine sokmak değil. Tek amacım sınır çizgisi ile beraber keskin bir değişim yaşandığını anlatabilmek. Nedenlerini siyasetçiler tartışabilir, ben değil…
Bir yokuşun tepesinde klimalı otobüsümüzden inip 2 küçük minibüse tıkıştık. Sıcak ve sonuna kadar açılmış müzik ile beraber Milad Kilisesini gezeceğimiz bölgeye doğru sadece 10 dakika yol gittik ki o gün içerisinde yaptığım en eziyetli yolculuktu. Sürekli telefonla konuşan ve direksiyonu dirseği ile idare eden şoförümüz, bir yandan da diğer eliyle biz minibüse binmeden önce tamir ediyor olduğu 2 kabloyu birleştirmiş sıkı sıkı tutmayı beceriyordu. Sonunda kilisenin olduğu meydana vardık ve minibüsten dışarı döküldük. Geldiğimiz yer Manger Meydanı’ydı. Hani şu her Noel’de kutlamaların yapıldığı meydan ki bu kutlamalar için en doğru yer. Hemen meydana sırtınızı verdiğinizde karşınızda Milad Kilisesi’nin ufak kapısı, yanında Ermeni Mezarlığının yüksek duvarları ve hemen solda Milad Kilisesine yaslanmış olan Saint Catherine Kilisesi görünüyor.
Bu bölge için kısa bilgi; Milad Kilisesi 327 yılında Konstantin’in annesi Helena tarafından bölgede İsa’nın doğduğu mağara olarak kabul edilen alan üzerine inşa ettirilmiş. Yangın ve saldırılarla yıkılan kiliseyi Bizans İmparatoru Justinian 565 de orjinaline sağdık kalarak onartmış. Yıllar içerisinde kilise alan olarak genişlemiş ve bir Yunan Ortodoks, bir Ermeni Apostolik ve bir Roma Katolik manastırı inşa edilmiş. Ana Milad Kilisesi Kudüs Ortodoks toplumu tarafından kullanılmakta. Yan tarafta bulunan Saint Catherine Kilisesi ise bir Katolik kilisesi. Burası da Kudüsün Katolik toplumu tarafından kullanılıyor. O 24 Aralık tarihinde televizyonlarda izlediğiniz dini tören bu kilisede yapılıyor. Her ikisi de bu mağaralar zincirinin üzerinde. Her ikisinin de altına indiğinizde mağaralarla karşılaşıyorsunuz. Bunların pek çoğu şapel (büyük kiliselerin içinde bir azizin adına ayrılmış küçük ibadet yerleri) olarak kullanılmış. En önemlisi Aziz Jerome şapeli, ki tam 30 yıl bu mağarada yaşayarak İncil’i tercüme etmiş. Bir diğeri de Aziz Joseph şapeli. O da uykusunda melek tarafından ziyaret edilerek bebek İsa’yı ve Meryem’i Mısır’a götürmesi gerekltiği bildirilen kişi. Milad Kilisesi altında da doğum mağarası var. Yaklaşık 45 dakika sıra bekleyerek inebildiğimiz bir yer. Zannetmeyin kocaman mağara, eğilip kafanızı anca sokuyorsunuz, çünkü orası bir yemlik. Önünde 14 köşeli bir gümüş yıldız mermere gömülü. “Burada İsa bakire Meryem’den doğdu” yazısı işlenmiş aynı yere. Neden 14 diye sormayın, açın Google amcaya bakın. Ben en az 3 farklı hikaye buldum.
Tüm ayrıntıları ile tarih dersine dönüşecek bu konunun size en can alıcı kısmını anlatayım. Daha önce bu iki kilise altındaki mağaralar tümüyle açıkken şu anda ikisi arasında bir duvar var. Ne Katolik taraf Ortodoks tarafa ne de Ortodoks taraf Katolik tarafa mağaralardan geçemiyor. Oysa tümü aynı mağara komplesi üzerine inşa edilmiş. Bunun dini pek çok nedeni olabilir ama oradaki sorunun bundan elde edilen rantın bölüşülmek istenmemesi olması çok acı. Zaten hangi kutsal mekanda derdi kar olmayan birilerini bulabiliyor musunuz ki?
Dönüş yolunda İsrail’deki arkadaşımla bütün bu hislerimi paylaşmalıyım diye düşünürken onun hayatında bu bölgeye geçmediğinden, bu kiliseleri görmediğinden ve bunu yapmasının yasak olduğundan daha haberim yoktu. Bu gezi pek çok şeye bakış açımı değiştiriyordu, zaten yaşamak değişim için değil miydi?
26 Temmuz 2018