Yürümek Ya da…

yurumek-yada

Hazır olun size harika bir yürüyüş hikâyesi anlatacağım. Hani şu sayfanın tepesinde yürüyüş batonları ile dağa tırmanan iki kişinin gölgesi ya da sık ormanlara doğru bir tepeden çekilen fotoğrafların olduğu “Doğa’ya Yolculuk”, “Ben ve Sırt Çantam” gibi isimleri olan bloglarda yazılanlar gibi olmayacak. Bu gerçek ve acı dolu bir yürüyüşün hikâyesi olacak.

Her şey yeni bir yürüyüş grubunu keşfetmem ve gidecekleri güzergâhta bir de antik şehir gezisi planlanmış olması ile başladı. Daha önce kayıt yaptırdığım geziden ayrılıp bu yürüyüş rotası için adımı yazdırdım. Bu tip gezilerde hep yaptığım gibi akşamdan gerektiği kadar yiyecek, sıvı, krem, ilaç, yedek kıyafetleri hazırladım. Tabii ki gece erken yatarım diye planladığım için yatmam sabaha karşı 01.00’ i buldu. Sabah bir heyecan kalk, giyin, arabaya atla, saat 06.30 bu arada…Tamam aklımı peynir ekmekle yemedim ama seviyorum bu yürüyüşleri.

Buluşma noktası, minibüs, elbette yeni insanlar, kesinlikle uzun zamandır birlikte yürüyenler en önde, bu sefer için katılanlar arkalarda ya telefonlarına ya da benim gibi kitaplarına gömülü. Çorba ve kahvaltının bir arada olduğu, çayın suyunun bir tepsi içindeki bardaklara havadan döküle döküle konduğu benzinlik yanı restoranda kahvaltı da edildi. Şu ana kadar bir terslik yok. Hatta gezeceğimiz kilise kalıntısı ve şehri bize yerel bir rehber tanıtacak ben havalarda uçuyorum.

Olay bu arada o antik şehir değil. O kısmı anlatmayacağım bile. Şahaneydi. Olay gezi bitip yürüyüş rotası başlangıcına geldiğimiz an patlak verdi. Orman içi yürüyüşü yapacağız ama güzergâhta öylesine dik yamaçlar ve vadiler var ki yan geçişlerin yapılması yani orman içi ağaç arası yürünmesi mümkün değil. Bu nedenle ormancıların ve ormanda kereste işi yapan yerel halkın kullandığı toprak araba yolundan yürüyoruz. Yürüyüşçüler arasında daha sonra ayakkabısına 500 TL vermiş olduğunu öğrendiğimiz bir kadın arkadaşımız sürekli söyleniyor. Daha önce hiç çamurda yürümediğini, tüm yürüyüşlere hava yağışlı değilse katıldığını, nasıl olup da bu sefer yanıldığını, neden ağaç arasında yapraklar üzerinde yürümediğimizi, çıldırmak üzere olduğunu bağırıp duruyor. Bu grupla daha önce yürümüş olanlar kendisini tanıyor olmalı ki konuşur konuşur susar tavırlarını koruyarak yürümeye devam ediyorlar.

İlk çığlık yaprakların altlarının sulu çamurla dolu olduğunu fark etmediği bir yere bastığında duyuldu, sonra da hiç kesilmedi. Sürekli ayakkabılarını dinledik. Öğlen molasına geldiğimizde herhalde 7-8 km ancak yürümüştük. Yemek yerken sesi çıkmasa bile tekrar yola koyulmamız ile söylenme başladı. 500 metre kadar yürümüştük ki artık buna daha fazla dayanamayan grup lideri ani bir kararla ormanın içine daldı. Hah dedik şimdi susacak. Tabi susacak daldığımız yer evet bir sırt ve aşağı doğru iniyor ama bir süre sonra dimdik bir su yolunda kayarak düşmemek için dallara, ağaçlara, kayalara hatta yere tutunarak iniyorsunuz. Pardon susacak mı dedim, biz 3’ lü, 4’ lü gruplar halinde birbirimize yardım ederek inerken yukarıdan her suya ve muhtemelen çamura bastığında çığlıklarını duyuyoruz. Ağzına geleni de söylüyor ama mesafe o kadar açılmış ki aşağıya sadece çığlık çığlığa bir homurdanma ulaşıyor.

Yaklaşık 500 metre kadar bu dik iniş sürdü, şu anda onun anısı 2 tırnak düşmesi ve üst baldırlarımdaki dayanılmaz acı. Ha bir de çığlıklar. Sonunda aşağı ulaştığımızda artık planlanan dönüş yolunda iyice uzaklaşmıştık. Tabi bunu şu anda biliyorum, o anda döndüğümüzü zannediyordum. Bir süre daha ağaçlar arasında yürüdükten sonra yine orman içi yoluna çıktık ama vadiden çıkmamız gerekirken sağımız solumuz dik yamaçlarla çevriliydi. Artık iş o kadar eziyete dönüşmüştü ki herkes susmuş sadece düz yolu bitirmek için tempolu yürüyordu. Telefonlarımız orman içi yürüyüşe başladıktan yaklaşık 1-2 km sonra tümüyle servis dışı kalmıştı ve bu yamaçların arasında da çekmesi olanaksızdı. Grup liderimiz sürekli yeni mesafeler bildiriyor ve biz onu bitirmek için ha bire yürüyoruz. 500 TL lik ayakkabısı olanın sesi çıkmıyor sonunda.

Anlaşıldı ki biz belirlediğimiz mesafede bir yerleşim yerine ulaşamıyoruz. Geri dönmemiz mümkün değil, hava karardı, telefonlar çekmiyor ve benim ayaklarım ölesiye acıyor. Kafa feneri olan 2 kişi grubun başına ve sonuna geçerek yolu biraz olsun aydınlatıyor; yine de karanlık bir boşluğa basarak yürüyorsunuz. Yürüyenlerin bir kısmı geceleyecek bir yeri nasıl yaparız konusunu tartışıyor; bir kısmı kafa lambalarını idareli kullanalım diyor; diğer bir kısım ki ben de bunlardan biriyim, gökyüzüne bakıp ne kadardır yıldızları bu kadar parlak görmediğini söylüyor ama illa ki yürüyor, yürüyor. Bilmiyordum artık bakmaya korkuyordum ama yaklaşık 7-8 km daha yürüdük herhalde. Tabi uzaktan gelen köpek havlamaları ki bence onlar köpek değildi, baykuş sesleri, en arkadan yürüyenlerin ha bire ortalara geçme çabası derken solumuzda telden bir çit belirdi. “Kulübe” diye bağırdı birisi, çitin sonunda, artık yürümüyoruz koşuyoruz.. Kafa lambaları ışığı altında sanki camlarda ışık varmış gibi geliyor ama kulübe boş. Olsun telsiz anteni var, orman bölgeye ait bir kulübe herhâlde.

  • Kapıyı kıralım
  • Saçmalamayın kamu malına zarardan tutuklarlar, başımıza gelmeyen kalmaz.
  • E ama telsiz var
  • Ne yani çalıştıracak mısın?
  • Ben komandoyum çalıştırırım.
  • Ben de eski askerim yardım ederim

Ay rüya görüyorum herhalde dedim, yolda üzerinden geçtiğimiz ezilmiş yengeci “yanımıza alalım acıkırsak yeriz” demelerinden anlamalıydım. Kulübenin camını da kırmadılar “kamu malı” çivilerini söküp camı çıkardıktan sonra pencereyi açtılar. Sonrası hayallerin ötesindeydi. 5 dakika sonra telsiz sesi, anons geçiliyor, minibüs çıkartacağız, yarım saate gelir, içeriden paket paket bisküvi dışarı yollanıyor, mangal bulundu, ateş yakıldı, bu kadarı çok fazla mutluluktan öleceğim. “İçeride yatak da var” diye bağırıyorlar, artık kurtulacağız ya keyifler yerinde, “e sen kal o zaman” diye cevaplar veriliyor. Tam 45 dakika sonra zifiri karanlığın içinden iki far. Minibüs durup şoför inince önce 500 TL’ lik ayakkabının sahibi sonra da hepimiz zavallı çocuğun boynuna atlıyoruz. Herhalde ateş başında, kremalı bisküvi yiyerek, batonlarla oyun oynayan hafta sonu yürüyüşçülerinin deli olduğunu düşünmüştür. O sırada orman bölge şefi ve memurlar bir kamyonetle geliyorlar. Neyse ki şef geçmiş olsun demekle yetiniyor, yoksa içerisini çamur etmiş olmamız, tüm bisküvileri yememiz, camı sökmemiz, odunlarını yakmamız, hatta çıra olarak dosyaları kullanmamız iyi bir azarı hak ediyor.

O minibüs bizi en yakın köye kaç dakikada götürdü dersiniz? 45 dakika. Kaybolmanın böylesi. Sabaha kadar da yürüsek bir köye rastlayamayacaktık. Üstelik o köye vardığımızda telefonlar hala çekmiyordu. Köylüler minibüsün içinde telefonlarını havada sallayan ve sinyal yakalamaya çalışan bizlerle iyice bir eğlenmişlerdir. Kendi aracımıza geçtiğimizde kimsenin ayakta duracak hali yoktu. Zaten bir yere oturan bir daha oradan kalkamıyor ya da sürünür vaziyette yürüyordu. Etrafta “çok şükür” “ay ne şans o kulübeyi bulduk” “iyi ki aramızda komando varmış” “e her grup bir kere kaybolurmuş” cümleleri uçuşurken arabaya binsem de uyusam diye bekliyorum.

500 TL ne mi yapıyor, selfie…

14 Kasım 2017

Bir cevap yazın